Tarih… Takvim… Milenyum

Tarih… Takvim… Milenyum

Dünyanın  kaç  yaşında  olduğu  sürekli  tartışma konusudur. Yer  bilimini  inceleyen jeoloji  4  milyar,  gökbilimini  inceleyen  astronomi  dünyayı  2.5 milyar  yaşında  gösterse de  canlılar  tarihi  açısından  bakıldığın da;  dünya  hayatının  ne  kadar  yıllık  bir  geçmişe  sahip  olduğu tam  anlamıyla  bilinmemektedir.  Bilim  adamları  zaman  zaman  yaptıkları  çalışmalar  sonucunda  elde  ettikleri  bulguları  milyonlarca  yaşında  diye  nitelerken  (ki  bunun  en  son  örneği  22  Ocak  2000  tarihli  Bild  gazetesi’nde  çıkan  haber de  tekrar  görüldü.  Habere  göre:  Bulunan  bir  dinazor  kalıntısının  107 milyon  yaşında  olduğu  tespit  edilmişti.)   canlılar  tarihini  özellikle de  insanlık  tarihini  net  bir  biçim de  ortaya  koyamıyorlar!..  Hiristiyan  aleminin  Hz. İsa’nın  doğum  gününü  baz  alarak  oluşturdukları  “Miladi  Takvim” e  göre 2000  yılına  girmiş  bulunmaktayız  ama  ilk  insan  ve  ilk  peygamber  olan  Hz.  Adem  ile  24.  peygamber  olan  Hz.  İsa  arasında ki  zaman  dilimini  rivayetlerden  öte  ne  bir  takvim,  ne  bir  tarih,  ne de  bir  bilim  adamı  tam  olarak  açıklayabilmiş   değildir.  Gerçi  Miladi  Takvim  kendisinden sadece  bir kaç  bin  yıl  öncesine  ışık  tutabiliyor.   Ancak  ondan öncesi  ise  bir  sır  olarak  gizemini  sürdürüyor.  İnsanlık  alemi  ise  2000  yılına  girildiği  varsayımıyla  yeni  bir  bin  yılı  devirdiğini  sanıp  daha  farklı  beklentiler  içerisine  düştü!…

Oysa  tarihin  derinliklerine  biraz  yol  alındığın da;  her  yeni  yılın  hatta  her  yeni  günün  insanoğlu  için  bu  beklentileri  beraberinde  getirdiği  görülmektedir.  Mesela  ilk insandan  başlayarak, toprağın  işlenip ateşin  bulunmasına, demir ve tunçun  keşfine köylerin  oluşturulmasına,  şehir  hayatına  geçilmesine,  savaşlara  başlanmasına,  imparatorluklar  kurulmasına  kadar  ve  bu gün ki  teknoloji  imkanlarının  üretilip  onlardan doya doya  yararlanmaya  çalışılmasına  kadar  her şeyin  tarihi  bir  süzgeçten  geçtiği;  İlkçağ,  Ortaçağ,  Yakınçağ  ve  Yeniçağ  diye  bilinen  çağların  her  birin de  farklı hayat  kriterlerinin  hakim  olduğu  ve  bu  hayat  kriterlerinin  kendi  çağlarına  damgalarını  vurdukları  göze  çarpar…

Daha  bundan  yüz  yıl önce  binlerce  kilometre  uzakta ki  bir  yerde  yaşananların’canlı  yayın’  aracılığıyla  televizyonlardan  izlenebileceği,  cep telefonu  denen  bir  aygıtın  icad  edilerek  insanın  istediği  anda  istediği  yerle ve  şahısla  iletişim  kurabileceği, bilgisayarın  insan  hayatına  bu  denli  girerek insanın  kendi evinden  banka işlemlerini  yapabileceği,  elektrik,  su,  ev kirası  vebenzeri  faturalarını  ödeyebileceği  hatta  bilgisayar  aracılığı  ile  alış  veriş  yapabileceği  kimin  aklına  gelebilirdi ki?  Yada  uzay da  istasyonların  kurulacağını,  insan  geninden  insanın  kopyasının  yapılacağını  söyleseydiniz  kim  inanırdı?  Hatta  günümüz de  birisi  çıkıp;  Önümüzde ki  yüz  yıl da  insan  gibi  sadece  oksijen  teneffüs ederek  çalışan  ve sadece  komutla  kendi  kendine  giden  bir  araba icad  edilecek,  ‘ışık  hızı’  keşf  edilecek,  artık  herkes  tatil  beldesi  olarak Mars, Venüs  veya  bir  başka  gezegende ki  tatil  köylerinden  birini  seçelebilecek,  isteyen  kendisini  dondurtup  yüz  yıl  sonra  tekrar  ayıltabilecek  derse  acaba  abartı  yapmış  olurmu?   Görülüyor ki  insanoğlunun  içine  düştüğü  farklı  beklentileri,  “Tarihi  süzgeç”   olarak  zaman  kendisiyle  beraber  getirip  insana  sunmaktadır…

Bu  tarihi  süzgeçte  zamanı  yıllara,  aylara  ve  günlere  ayırma  yöntemi  olan  takvimlerin  ne  derece de  isabetli  oldukları  ise  bir  başka  tartışma  konusudur.  Zira Jeoloji  takvimi  4  milyar,  gökbilimi  takvimi  2.5  milyar  yaşın da.  Musevi’lerin  yaradılış  yılını  esas  aldıklarını  iddia  ettikleri  takvim  5760,  Budistlerin ki  2543,  Miladi  Takvim  2000,   Hicri  Takvim  1420,  Rumi  Takvimi  ise  1415  yılına  girildiğine  işaret etmektedir.  Bunlarla  beraber  daha  farklı takvimler de  farklı rakamlar  ortaya  koymaktadırlar.

Bana  göre  temel  mesele  “Zamanın  ayarı”nı yakalayabilmekte! Yani  tarih-takvim  çelişkilerine  saplanmaktan  ziyade,  insanoğlunun  nasıl, ne  şekilde  yol  katederek  bu  günlere  geldiği  üzerinde  birazcık  kafa  yorar, mağarada  yaşayan  ilk  insan  ile  gökdelen de  yaşayan  bugün ki  insan  arasında  bir  kıyaslama  yaparsak hem doğru  bir  tercih  yapmış,  hemde  bir  çok  şeyin  sebep  ve  sonuçlarını  daha  iyi  kavramış  oluruz… Evet  Miladi  Takvim  gereği  2000  yılına  girmiş  olabiliriz  ancak özünde “insanlığın  kaçıncı  yılı” na  girdiğini  bile  bilmediğimiz  bir  zaman  dilimini  “Milenyum”   (Yeni bir  bin   yıl)  adı  altında  insanlığa  sunmak  ve  “dijital  kıyamet”  senaryoları  üreterek  pastasını biraz  daha  büytmek  insanlığı  uyutmak  ve  gerçekleri  yoketmeye  çalışmaktan    başka bir  şey  değildir!

 

Aktüel Gazetesi   Aralık  1999

Leave a comment